
Ankara Ticaret Odası’nın düzenlediği Eko-İklim Zirvesi 30-31 Mart’ta gerçekleşti. Sektör temsilcilerinin, kamu kurumlarının, Ankara ve çevresindeki üniversitelerin stantları vardı. Bir sürü panel ve yan etkinlik de düzenlendi, bir de sergi vardı. Üç kata yayılan büyük ölçekli bir etkinlikti.
Zirve devam ederken sosyal medyadan paylaştıklarımı buraya da eklemek istedim. Gördüklerimle ilgili yorumlarımı ve oradan ayrılırken hissettiklerimi keşke daha fazla insanla paylaşabilsem diye içimden geçirdiğim için yazdıklarımın bir instagram hikayesinde ya da twitter akışı içinde kaybolmasına gönlüm razı olmadı, burada kalıcı bir yazıya dönüşsün.
Maalesef eko-iklim zirvesi birçok açıdan fiyaskoydu. Öncelikle organizasyon bu kadar kalabalığı kaldıracak nitelikte değildi. Belki de bu kadar yoğun bir ilgi beklemiyorlardı, gerçekten çok kalabalıktı, zaten bürokrasinin olması belli bir kalabalığı beraberinde getirdi, bir de okullar öğrencileriyle geldiler falan, resmen yürümenin mümkün olmadığı anlar yaşandı. İklim ile ilgili bir etkinliğe bu kadar ilginin olması ne güzel diyebilmek isterdim ama gördüklerim bunu söylememe engel oluyor… İnsanların çoğunluğu stantlarda dağıtılan promosyon ürünlerin derdindeydi ve inanılmaz fazla broşür, eşantiyon vs. dağıtıldı, tabii ki yine plastik bolluğu vardı. Ne olduğunu tam anlamasalar da mutlaka bir şey almak isteyenlere şahit olduk, muhtemelen hiç okumayacakları broşürleri, kullanmayacakları kalemleri, defterleri ve bilimum ürünü alabilmek için herkes birbiriyle yarıştı, yani aslında bol bol atık üretildi! Bir sürü ürün ve tanıtım malzemesiyle stantlarını dolduran kurumlar bir yandan tüketmeyin, doğayı koruyun mesajları verirken bir yandan da tüketim kültürünü beslemeye devam ettiler. Öncelik sürdürülebilirlikten çok standart sektörel tanıtımdaydı. Zirvenin adındaki “eko” ön ekinin ekolojiye değil ekonomiye işaret ettiği çok açıktı yani.




Her şey gereksiz büyüktü, gösterişin boyutu ekolojik yaklaşımla çatışıyordu haliyle. Plastik ve genel olarak atık azaltmayla ilgili bir çaba yoktu. Kimi zaman ekolojik krizden bahsederken tek mesele plastik kirliliğiymiş gibi davranılmasını da sorunlu buluyorum, ama plastik kullanımına dikkat çekmek sembolik bir öneme sahip bence, direk gündelik kullanıma hitap etmesi açısından dikkat çekici. Böyle bir organizasyonda, belki de hayatında ilk kez bu konular üzerine düşünecek genel bir kitleye bu gösterilmeliydi. Asıl en çok hayret ettiğim (neden küçültüyorum ki tepkimi, hayret etmenin falan ötesinde baya dehşete düştüğüm!) durum ise her iki gün de kurulan devasa tavuk döner standıydı! Evet, şaka değil! Kocaman tavuk döner standının kokusu tüm mekana yayılmışken salonlarda da karbon ayak izini azaltmaktan, sürdürülebilir tarımdan falan bahsediliyordu. Aklımdan geçen cümle şuydu: “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!”, kendi kendime söylenip durdum. Böyle bir etkinlikte bence etin yeri olmamalıydı. Et yemeye karşı bir duruş sergilemek için değil, iklim krizi açısından daha az et tüketiminin gerekliliğine dair farkındalık yaratmak için, hayvancılık endüstrisinin bu krize etkisine dikkat çekmek için. Sırf bu farkındalığı sağlamak için etsiz menü oluşturulması ve bunun da büyük harflerle lanse edilmesi gerekirdi diye düşünüyorum.


Paneller çeşitliydi ve arada iyi sohbetler yakalamak mümkündü. Fakat bazılarında konularla daha ilgili, o alanlarda daha çok emek vermiş kişiler dahil edilebilirdi. Mesela medya ve iklim kriziyle ilgili panellerden birisi hayal kırıklığıydı. Panelde, iklim krizinde sorumluluk almayı insanların elektrik ve su tasarrufu yapmasına bağlayan, iklim meselesini siyaset dışı konumlandırmaya çalışan, ormanları insana faydası açısından en verimli şekilde değerlendirilmesi gereken kaynaklar olarak anlatan gazeteciler vardı ve bunlar iklim krizini topluma anlatmaya talipler!
Onlara madde madde şunları söylemek isterdim:
- İklim krizinin sorumlusu tüm insanlık değil gelişmiş sanayi toplumları ve bunların sermaye gruplarıdır.
- İklim krizi sosyal adaletsizliği besleyen ve derinleştiren bir sistem krizidir. İnsanın insan dışı doğayla ve kendi türü içinde kurduğu sorunlu hiyerarşik ilişki nedeniyle sosyal ve kültürel bir krizdir, dolayısıyla siyasetten bağımsız değildir.
- Ormanların ve insan dışındaki tüm varlıkların insanın ihtiyaçlarından bağımsız içsel değerleri vardır, insanın önceliklerinden bağımsız yaşamda var olma hakları vardır.

Eko-iklim zirvesinin bence en dikkate değer yan etkinliklerinden birisi Hacı Bayram Veli Üniversitesi münazara grubundan öğrencilerin münazarasıydı. Çevre aktivizmini tartıştıkları münazarayı maalesef sonuna kadar izleyemedik çünkü yarıda kesmek zorunda kaldılar. Talep etmelerine rağmen kendilerine kapalı bir ortam sağlanmamıştı, hem ortamın gürültüsü hem de yan taraftaki konserden gelen müzik sesleri münazara koşullarına izin vermediği için öğrenciler organizasyona tepki gösterdiler ve sahneyi terk ettiler. Yanında gazeteci ve koruma güruhuyla gezen, her ortamda el üstünde ve göz önünde tutulan bürokratlar ya da şirket CEO’larına sağlanan koşullardan gençler mahrum bırakıldı. Oysa çevre hakkında konuşan, hem de fikir üreten gençlerin seslerini duymaya daha çok ihtiyacımız var, çünkü gelecek onların. Bu etkinlikte en çok onlara alan açılmalıydı.
Bu zirvenin de dayanağı olan yeşil ekonominin sürdürülebilirlik anlayışı cidden ürkütücü geldi bu boyutta şahit olunca. Her “çevreyi koruyalım” söyleminin insanmerkezci ve faydacı bir amaca bağlandığını gördüm. Verim, refah, gelecek hepsi insanın üzerinden konuşuluyordu, oysa asıl konu ekolojik krizdi ama ben doğanın haklarından bahseden (yani insan ve insan-dışı doğanın haklarını birlikte ele alan) bir kişiye bile rastlamadım.
Velhasıl bir kez daha gördük ki, ekonomi ekolojiyle bir araya gelince hala yeşil aklamanın ötesine geçemiyoruz. Canımı sıkmayayım bu da bir adım diyemeyeceğim maalesef. Çevreciliğin bu zihniyetle popüler hale gelmesini çok tehlikeli buluyorum. Derslerimde de hep söylediğim bir şey var, ekolojik kriz iklime ve topluma dair bir kriz olmasının yanında aynı zamanda bir kültür krizi ve işin bu boyutu çok önemli. Önce doğa algısının değişmesi gerekiyor. İnsanmerkezci kültürü sorgulamakla başlamak, doğal “kaynak” yerine “varlık”, “insan ve doğa” yerine “insan ve insan-dışı doğa” demeyi içselleştirmek gerekiyor. İnsan türünü doğadan ayrı ve ona üstün, teknolojiyi de her şeye çözüm gördükçe, tüketimi sorgulamadan yeşile boyamakta çare aradıkça sorunun kaynağına varamayacağız. Topluma su tasarrufu öğütleri verirken tarımda yanlış sulama politikalarını sorgulamadıkça, geri dönüşümü teşvik ederken çöp ithal etmeye devam ettikçe büyük resimi göremeyeceğiz (madalyonun diğer yüzü de, geri dönüşümü zorunlu tutup vatandaşının vicdanını rahatlatan ve “geri dönüşmeyeceğini” bile bile çöpünü gönderen gelişmiş ülkelerin bilinçli körlüğü! Güncel bir haber için şu linke bakınız).
Sığ bir çevrecilik anlayışının bizi götüreceği yeri en iyi tarif eden metafor kaynayan kurbağa sendromu olabilir. Yeşil ekonominin yeşil aklayıcıları, evlerde tasarrufa dikkat çekip, geri dönüşümü teşvik edip, yeşil pazarlar kurup vicdanları rahatlatırken, bir yandan da kendi yarattıkları karbon telafisi yöntemleriyle kazanı kaynatmaya devam ederlerken, bir de bakmışız gezegenin ısısı 2 derecenin üstüne çıkıvermiş! İşte bu yüzden, bir yandan karbon ayak izinden bahsedilirken diğer yandan tavuk döner servis edildiği bir çevrecilik yaklaşımı beni dehşete düşürüyor.