Bu aralar atlar üzerine baya bir şey okuyorum, bir kitap çalışması için, kitap doğdu doğacak az kaldı 🙂
Atlar ve insanlarla ilgili bir film önereceğim, adı da “Atlar ve İnsanlar” zaten, görmeden sevdiğim bir ülke olan İzlanda’dan. Dünyanın kuzey ucundaki bu küçük ada ülkesine ayrı bir sempatim var, doktora yaptığım zamandan beri dönüp dolaşıp bu ülkenin filmleriyle ilgileniyorum. Herhalde az nüfusu, izole hali, insan yerleşimine izin vermeyen el değmemiş geniş arazileri olması, zor bir iklim olduğu için gündelik yaşamlarında doğal çevreyle uyumun daha önemli olması gibi şeyler ilgimi çekiyor.
İzlanda kırsalında at yetiştiriciliği çok eskiye dayanıyor, atların karakter olarak yer aldığı ve onlara saygının vurgulandığı destanları var. Artık ulaşım vs. gibi pratik nedenlerle atlarla çalışılmasa da kültürel olarak hala aynı öneme sahipler.
Film, Kuzey / Nordik (ya da kullanılan diğer bir tabirle İskandinav) sinemasında genelde rastlanan özellikleri taşıyor, kara mizah ve absürtlüğü sevenlere bu ülkelerin sinemalarını keşfetmelerini öneririm.
Benim filmi burada tavsiye etme sebebim insanların atlarla ve genel olarak insan dışındaki doğayla kurdukları ilişkiyi çok etkili ve tarafsız bir gözle anlatması. Tarafsız derken, hayvanların insanlaştırılmadığı, insana özgü özellikler yüklenerek anlatılmadığı bir durum var. Hayvanlara insan özellikleri yükleme belgesel filmlerden çizgi filmlere kadar çok yaygın bir pratik, buna literatürde insanbiçimcilik (anthropomorphism) deniyor. Hayvanların düşüncelerini büyük ölçüde anlayamadığımız için onları insan algısı ve anlayışıyla sınırlı olarak tanımaya çalışıyoruz. İnsan algısının aracılığını ortadan kaldırıp objektif bir bakış açısı geliştirmek zor olsa da hayvanların varlığının sadece insanların imgelemleriyle sınırlı olmadığını görmek ve anlamak gerekiyor.
Günümüzde sayısı azalmış olan köklü kabilelerin geleneklerinde hayvanlar bireyler olarak görülüyordu. “Atlar ve İnsanlar” filmi atları merkeze alarak tam da bu eski geleneklerin izinden gidiyor. Film atları, insanın anlamını çözemediği kendilerine özgü tavırları ve tepkileriyle gözlemlemeyi, ve atları filmin hikayesi içinde çok yönlendirici karakterler olarak konumlandırmayı başarıyor.
Binlerce yıl önce Aristoteles hayvanların akılcılıktan yoksun oluşlarını onları insanlar için birer kaynak olarak görmenin dayanağı olarak savunmuştu, bu anlayışsa bugünkü insanmerkezci Batı düşüncesinin temelini oluşturdu. İnsanın sadece diğer türlere değil tüm ekosisteme karşı tavrı bu yönde şekillendi. Bu düşünce aynı zamanda, insanın kendi hayvanlığını reddetmesine ve böylece doğadan zihnen kopuşuna da işaret ediyordu. “Atlar ve İnsanlar” filmi, insanın içindeki hayvanı reddetmek yerine sahiplenen, bunu vurgulayan, insanı doğadan ayrı, ona üstün bir yerde görmeyen, insanın üstünlük yanılsamasıyla dalga geçen bir yaklaşım ortaya koyuyor,
İnsanların kendilerini doğadan ayrı / doğaya üstün olarak konumlandırmaları, insan türünün kendi içindeki ötekileştirmeyi ve çatışmayı da şekillendiriyor. İnsanların diğer hayvanlarla kurdukları sömürgeci ilişki, geçmişten bu yana dünya düzenini ve toplumları şekillendiren sömürgecilik anlayışının dayanağını da ortaya koyuyor. Sömürgecilik döneminde yerli halklar ve hayvanların aynı davranışa maruz kalması, egzotik birer seyirliğe ve fayda sağlanacak nesnelere indirgenmeleri bunun göstergesi.
Yani aslında “insanlıktan uzaklaşmak” ve “hayvanlığımızı reddetmek” arasında çok yakın bir ilişki var. Hayvan kelimesinin hakaret olarak kullanılması da insanmerkezci yanılsamanın bir örneği, aksine hayvan olduğumuzu, doğaya ait olduğumuzu, üstün olmadığımızı kabul ettiğimiz oranda kendi türümüz dahil tüm yaşama hiyerarşiden arınmış bir işbirliği ve dayanışma ruhuyla yaklaşabileceğiz. Filmin en önemli özelliği belki de bu, insan ve hayvan arasındaki sınırlara değil ortaklıklara dikkat çekmesi…

Bu fotoğraf İngiltere’de çekilmişti, “o da beni seviyor” demek geliyor içimden ama kim bilir onun aklından neler geçiyor 🙂